Yorumunu kac kişi okudu bilmiyorum .ancak boylesine film gibi sürükleyici yorumuna beğenilerin face sacmaligina atilanlar kadar olmasını dilerdim
Ali Bey
7 sene önce
— spoiler —
uykusuzluk çekiyor. gündüzleri insan içine karışmak istemiyor. ya odasında televizyon izliyor, ya da günlüğüne notlar alıyor. geceler desen, sevmediği tipte ne kadar insan, ne kadar pislik varsa, hepsi caddelere dökülüyor ama aynı caddelere gündüz çıkmaktansa, geceleri çıkmayı tercih ediyor. en kayda değer sosyal aktivitesi, sinemada erotik film izlemeye gitmesi ve onun dışında pek bir avare kendisi. insanlarla iletişim kurma konusunda çekincesi yok ama aynı zamanda becerisi de yok; sinemadaki görevli kızla olan diyaloğunda(daha doğrusu monoloğunda) direkt olarak göze çarpıyor bu yetersizliği. kısacası derin bir boşlukta, çok derin…
en sonunda bu boşluğunu bir kazanca dönüştürmek istiyor ve bir yandan da zaman geçirmeyi planlıyor; taksi şoförü… bu sayede daha çok geziyor şehrin her bir yanını geceleri ve de daha çok görüyor nefret ettiği tüm o pislikleri. ama kendinden de emin: bir gün bir mehdi(?) gelecek ve tüm bu pislikleri temizleyecek. bir ara kendisi gibi yalnız olduğunu düşündüğü bir kadını fark ediyor ve onun, kendisine olan bu benzerliğinden cesaret alıp, aralarında bir çekim gücü olduğuna da inanıp, duygularını ona açıyor. onu, bir kahve içmeye ikna ettiğinde, bahsi geçen bu çekim gücünden de bahsediyor ve aynı şeyi onun da hissedip hissetmediğini öğrenmek istiyor. ve ne hikmettir ki, aynı şekilde kadın da hissettiğini söylüyor bu çekim gücünü. aslında kadının ilgisini çeken en önemli husus, ondaki bu aykırık ve de farklılık. bizimki, bir sonraki buluşmada kadını sinemaya götürüyor tüm iyi niyetiyle ama normal bir filme değil; erotik filme. aslında erotik bir film de değil, bir belgesel, ama kadın, sinema salonunu da, adamı da terk ediyor o anda. sonrasında ise adam ne kadar dil dökerse döksün, nafile; bir süre sonra telefonlarına bile çıkmamaya başlıyor. çünkü kadının ilk başta ilgisini çeken o aykırılık ve farklılık, nedendir bilinmez artık ilgisini çekmiyor ve adamımızı küçük ama etkili bir hayal kırıklığına uğratıyor. çünkü adamımız, onun farklı olduğuna gerçekten inandığı için hislerini açmıştı ona ama meğerse o da herkes gibiymiş aslında…
tabii haliyle daha derin bir boşluğa düşüyor sonrasında ve etrafında ne bir dostu var, ne de kendisine yol gösterecek bir akıl hocası… ama o yine de bir umut, taksici bir arkadaşıyla dertleşmeye çabalıyor: yine nafile… adam ona bir şeyler anlatıyor ama hiçbiri beklediği ya da duymayı istediği şeyler değil. daha da saplanıyor boşluğa ve de anlamsızlığa. eh, elbetteki bir de yalnızlığa…
buradan itibaren filmin ikinci yarısı başlıyor ve adamımız radikal bir karar alıyor. aldığı bu radikal kararı da satın aldığı 4 adet silahla taçlandırıyor. aldığı karar: mehdi’yi beklemekten vazgeçmek ve canını sıkan pislikleri kendi başına temizlemek… fakat bunu yapma sebebi bir intikam dürtüsü mü, bir adalet arayışı mı yoksa bunlara benzer başka herhangi bir kahramanlık refleksi mi? eh, aslında biraz bu tip reflekslermiş gibi gözükse de, pek değil. çünkü o bir kahraman değil; bir anti-kahraman. ve anti-kahramanlar, toplum tarafından kabul görmez. toplum, anti-kahraman karakterleri filmlerde ya da romanlarda çok sevse de, gerçek hayatta o tip insanlara asla şans vermezler ve hemen hemen hepsini toplumdan dışlarlar(!)
bizim karakterimiz de bunu yaşıyor hikayenin içinde, istediği ve beklediği iletişimi bir türlü kuramıyor tüm o pisliklerle ve silahının namlusunu, tüm bu saçmalıkların, pisliklerin ve de yalnızlığın sebebi olan sisteme çevirmeye karar veriyor; sistemin sözde bekçilerine ve de düzeneyicilerine: politikacılara! çünkü şunu görüyor; politikacı, her zaman, her yerde ve her koşulda aynı yalanları, aynı ses tonunda ve de aynı tavırda tekrarlıyor insanlara; hep aynı vaatler ve de hep aynı sesler. taksideyken de, meydanlardayken de ve mitingdeyken de… bu yüzden çarpışmaya hazırlıyor kendini.
bir savaşa bileniyor adeta. düzenekler hazırlıyor kendine, kuşanıyor amansızca. ama şu da bir gerçek ki, aklında her ne kadar birisi olsa da, en ufak bir değişiklikte, çevirebilir silahının namlusunu bambaşka yönlere. eylemini gerçekleştireceği yere teftiş yapmak için gittiğinde, albert camus’nün l’etranger isimli romanına bile selam çakıyor kimselere fark ettirmeden. ve daha sonrasında ise efsane bir prova gerçekleştiriyor aynanın karşısında.
ve sonrasında, yine bir gündüz vakti evinde oturmuş televizyon izlerken, bir şey geliyor aklına ve o şey, gece gibi çöküyor yüreğine. bu noktadan sonra hikaye, dostoyevski’nin zapiski iz podpolya isimli romanına evriliyor. ama bir yandan radikal kararını da uygulama fikrinden vazgeçmiyor. yeni imajı ile gidiyor miting alanına. şans yüzüne gülüyor(!) ve başaramıyor. politikacının korumaları niyetini anlıyor ve o da kaçmak zorunda kalıyor. neyse ki yakalanmıyor, sağ salim odasına varabiliyor. “şans yüzüne gülüyor”, çünkü korumalar niyetini anlamasaydı ve o da amacına varsaydı, bir nevi public enemy olacakken, daha öncesinde de dediğim gibi, silahının namlusunu çeviriyor bambaşka yönlere ve bu sayede halk kahramanı oluyor birdenbire. haliyle allahın belası dünya düzeni gereğince, artık bir anti kahraman değil de, kahraman olduğu için, halk tarafından toplum içerisine tekrar kabul ediliyor ve herkesin ona karşı tutumları değişiyor birdenbire. ama o, unutmuyor insanların gerçek yüzünü kesinlikle ve filmin final sahnesinde, bütün izleyicilerin “allahına kurban senin beeee!” diye bağırmasına sebep oluyor verdiği(vermediği) o tepkiyle…
— spoiler —
bu yaşıma kadar izlediğim binlerce film arasında, imdb’den puanını 10 verdiğim 5 filmden biridir bu film. çünkü yalnızlık, uyumsuzluk, iletişimsizlik, sisteme öfke, saflığın kirlenmeye evrilmesi, merhametin acımasızlığa dönüşmesi, toplumun aptallığı, insanların farklıyı ve aykırıyı arzulayıp, ona ulaştığında hemen vazgeçmesi, görsel ya da yazılı medyada anti-kahramanlara tapılması ama gerçek hayatta hepsinin dışlanması ve ufacık bir detayın bile bir insanı rezil yapmak yerine vezir yapması ihtimali ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi bir filmde.
öyle bir filmdir ki bu film, hakkında girilen entryde, filmin ufak bir ayrıntısından bahsedilerek geçiştirilemeyecek kadar baştan sona dopdolu ve de efsaneler efsanesi bir filmdir. dolayısıyla entrye “uykusuzluk çekiyor” diyerek başlarsınız ama bir süre sonra bir de bakarsınız ki, hiç farkında olmadan “allahına kurban seni beeee!” dediğiniz sahneye kadar hiç durmadan hayranlığınızı akıtmışsınız.
tabii bir de filmin konusunun haricinde, oyunculuk desen, zaten söylenecek bir söz yok ona, çünkü sahiden de ne söylesem az kalır. öyle ki; bilmesem, robert de niro’nun eskiden travis bickle olduğunu ve zamanla robert de niro’ya dönüştüğünü zannedeceğim. “çok başarılı” demenin bile hafif kaçacağı bir karakter canlandırması var filmde, ister istemez insanı hayran bırakıyor robert abimize. eh, yönetmen de scorsese olduğuna göre…
evet… 10/10
görkem
7 sene önce
sen nasıl bir kralsın ya bu kadar güzel anlatılabilirdi
kubilay
10 sene önce
gözümden yaş gelicekti laa
güz
11 sene önce
lütfen filmlere bir bakın henüz başlamışken bitenler de var, yarıda bitenler de… tşk ederim.
Yorumunu kac kişi okudu bilmiyorum .ancak boylesine film gibi sürükleyici yorumuna beğenilerin face sacmaligina atilanlar kadar olmasını dilerdim
— spoiler —
uykusuzluk çekiyor. gündüzleri insan içine karışmak istemiyor. ya odasında televizyon izliyor, ya da günlüğüne notlar alıyor. geceler desen, sevmediği tipte ne kadar insan, ne kadar pislik varsa, hepsi caddelere dökülüyor ama aynı caddelere gündüz çıkmaktansa, geceleri çıkmayı tercih ediyor. en kayda değer sosyal aktivitesi, sinemada erotik film izlemeye gitmesi ve onun dışında pek bir avare kendisi. insanlarla iletişim kurma konusunda çekincesi yok ama aynı zamanda becerisi de yok; sinemadaki görevli kızla olan diyaloğunda(daha doğrusu monoloğunda) direkt olarak göze çarpıyor bu yetersizliği. kısacası derin bir boşlukta, çok derin…
en sonunda bu boşluğunu bir kazanca dönüştürmek istiyor ve bir yandan da zaman geçirmeyi planlıyor; taksi şoförü… bu sayede daha çok geziyor şehrin her bir yanını geceleri ve de daha çok görüyor nefret ettiği tüm o pislikleri. ama kendinden de emin: bir gün bir mehdi(?) gelecek ve tüm bu pislikleri temizleyecek. bir ara kendisi gibi yalnız olduğunu düşündüğü bir kadını fark ediyor ve onun, kendisine olan bu benzerliğinden cesaret alıp, aralarında bir çekim gücü olduğuna da inanıp, duygularını ona açıyor. onu, bir kahve içmeye ikna ettiğinde, bahsi geçen bu çekim gücünden de bahsediyor ve aynı şeyi onun da hissedip hissetmediğini öğrenmek istiyor. ve ne hikmettir ki, aynı şekilde kadın da hissettiğini söylüyor bu çekim gücünü. aslında kadının ilgisini çeken en önemli husus, ondaki bu aykırık ve de farklılık. bizimki, bir sonraki buluşmada kadını sinemaya götürüyor tüm iyi niyetiyle ama normal bir filme değil; erotik filme. aslında erotik bir film de değil, bir belgesel, ama kadın, sinema salonunu da, adamı da terk ediyor o anda. sonrasında ise adam ne kadar dil dökerse döksün, nafile; bir süre sonra telefonlarına bile çıkmamaya başlıyor. çünkü kadının ilk başta ilgisini çeken o aykırılık ve farklılık, nedendir bilinmez artık ilgisini çekmiyor ve adamımızı küçük ama etkili bir hayal kırıklığına uğratıyor. çünkü adamımız, onun farklı olduğuna gerçekten inandığı için hislerini açmıştı ona ama meğerse o da herkes gibiymiş aslında…
tabii haliyle daha derin bir boşluğa düşüyor sonrasında ve etrafında ne bir dostu var, ne de kendisine yol gösterecek bir akıl hocası… ama o yine de bir umut, taksici bir arkadaşıyla dertleşmeye çabalıyor: yine nafile… adam ona bir şeyler anlatıyor ama hiçbiri beklediği ya da duymayı istediği şeyler değil. daha da saplanıyor boşluğa ve de anlamsızlığa. eh, elbetteki bir de yalnızlığa…
buradan itibaren filmin ikinci yarısı başlıyor ve adamımız radikal bir karar alıyor. aldığı bu radikal kararı da satın aldığı 4 adet silahla taçlandırıyor. aldığı karar: mehdi’yi beklemekten vazgeçmek ve canını sıkan pislikleri kendi başına temizlemek… fakat bunu yapma sebebi bir intikam dürtüsü mü, bir adalet arayışı mı yoksa bunlara benzer başka herhangi bir kahramanlık refleksi mi? eh, aslında biraz bu tip reflekslermiş gibi gözükse de, pek değil. çünkü o bir kahraman değil; bir anti-kahraman. ve anti-kahramanlar, toplum tarafından kabul görmez. toplum, anti-kahraman karakterleri filmlerde ya da romanlarda çok sevse de, gerçek hayatta o tip insanlara asla şans vermezler ve hemen hemen hepsini toplumdan dışlarlar(!)
bizim karakterimiz de bunu yaşıyor hikayenin içinde, istediği ve beklediği iletişimi bir türlü kuramıyor tüm o pisliklerle ve silahının namlusunu, tüm bu saçmalıkların, pisliklerin ve de yalnızlığın sebebi olan sisteme çevirmeye karar veriyor; sistemin sözde bekçilerine ve de düzeneyicilerine: politikacılara! çünkü şunu görüyor; politikacı, her zaman, her yerde ve her koşulda aynı yalanları, aynı ses tonunda ve de aynı tavırda tekrarlıyor insanlara; hep aynı vaatler ve de hep aynı sesler. taksideyken de, meydanlardayken de ve mitingdeyken de… bu yüzden çarpışmaya hazırlıyor kendini.
bir savaşa bileniyor adeta. düzenekler hazırlıyor kendine, kuşanıyor amansızca. ama şu da bir gerçek ki, aklında her ne kadar birisi olsa da, en ufak bir değişiklikte, çevirebilir silahının namlusunu bambaşka yönlere. eylemini gerçekleştireceği yere teftiş yapmak için gittiğinde, albert camus’nün l’etranger isimli romanına bile selam çakıyor kimselere fark ettirmeden. ve daha sonrasında ise efsane bir prova gerçekleştiriyor aynanın karşısında.
ve sonrasında, yine bir gündüz vakti evinde oturmuş televizyon izlerken, bir şey geliyor aklına ve o şey, gece gibi çöküyor yüreğine. bu noktadan sonra hikaye, dostoyevski’nin zapiski iz podpolya isimli romanına evriliyor. ama bir yandan radikal kararını da uygulama fikrinden vazgeçmiyor. yeni imajı ile gidiyor miting alanına. şans yüzüne gülüyor(!) ve başaramıyor. politikacının korumaları niyetini anlıyor ve o da kaçmak zorunda kalıyor. neyse ki yakalanmıyor, sağ salim odasına varabiliyor. “şans yüzüne gülüyor”, çünkü korumalar niyetini anlamasaydı ve o da amacına varsaydı, bir nevi public enemy olacakken, daha öncesinde de dediğim gibi, silahının namlusunu çeviriyor bambaşka yönlere ve bu sayede halk kahramanı oluyor birdenbire. haliyle allahın belası dünya düzeni gereğince, artık bir anti kahraman değil de, kahraman olduğu için, halk tarafından toplum içerisine tekrar kabul ediliyor ve herkesin ona karşı tutumları değişiyor birdenbire. ama o, unutmuyor insanların gerçek yüzünü kesinlikle ve filmin final sahnesinde, bütün izleyicilerin “allahına kurban senin beeee!” diye bağırmasına sebep oluyor verdiği(vermediği) o tepkiyle…
— spoiler —
bu yaşıma kadar izlediğim binlerce film arasında, imdb’den puanını 10 verdiğim 5 filmden biridir bu film. çünkü yalnızlık, uyumsuzluk, iletişimsizlik, sisteme öfke, saflığın kirlenmeye evrilmesi, merhametin acımasızlığa dönüşmesi, toplumun aptallığı, insanların farklıyı ve aykırıyı arzulayıp, ona ulaştığında hemen vazgeçmesi, görsel ya da yazılı medyada anti-kahramanlara tapılması ama gerçek hayatta hepsinin dışlanması ve ufacık bir detayın bile bir insanı rezil yapmak yerine vezir yapması ihtimali ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi bir filmde.
öyle bir filmdir ki bu film, hakkında girilen entryde, filmin ufak bir ayrıntısından bahsedilerek geçiştirilemeyecek kadar baştan sona dopdolu ve de efsaneler efsanesi bir filmdir. dolayısıyla entrye “uykusuzluk çekiyor” diyerek başlarsınız ama bir süre sonra bir de bakarsınız ki, hiç farkında olmadan “allahına kurban seni beeee!” dediğiniz sahneye kadar hiç durmadan hayranlığınızı akıtmışsınız.
tabii bir de filmin konusunun haricinde, oyunculuk desen, zaten söylenecek bir söz yok ona, çünkü sahiden de ne söylesem az kalır. öyle ki; bilmesem, robert de niro’nun eskiden travis bickle olduğunu ve zamanla robert de niro’ya dönüştüğünü zannedeceğim. “çok başarılı” demenin bile hafif kaçacağı bir karakter canlandırması var filmde, ister istemez insanı hayran bırakıyor robert abimize. eh, yönetmen de scorsese olduğuna göre…
evet… 10/10
sen nasıl bir kralsın ya bu kadar güzel anlatılabilirdi
gözümden yaş gelicekti laa
lütfen filmlere bir bakın henüz başlamışken bitenler de var, yarıda bitenler de… tşk ederim.